ne kırılganlık bu içinde yüzdüğümüz!
iki bin yirmi dördün önceki yarısında tek başımıza.
yangın yeri her yer; toprak da hava da mahlukat da aha bu duvarlar da.
katı olan her şey de hala buharlaşmakta. fakat biz;
sadece kendimizi kendi derimizden ayırmayı biliriz.
tatminsizlikten veya huzursuzluktan değil ama-
hareket halindeki her şeye dair derin kavrayışsızlıktan.
tutarsız duygularımız kuşları kendi kanatlarından kopartır-
paramparça bedenlerini yere indirtir ve çürütür.
değilse şiddet ve kaynama ile yüklü yaşam,
sınırsız yaygaralıklarla ve biçimsiz hilkatla doludur sadece. fakat yoksundur beşer.
izleksiz düşüncelerle dolar hepsinin simaları. avurtları savurur tıynetsiz vaveylalarını.
fakat bu ganjın akıntısından doğru giden çaba boşa. yok hiçbir şeyin içinde ruh asla.
ruhlar, onları düşünmenin gerekmeyeceği zaman-mekanlarda bekler çünkü aslında bizleri.
şimdinin kollarında biriken tüm ihtimallerin vesilesiyle ulaşılır onlara.
şimdinin kolları ise tunçtan yapılmadır.
tarihin vuku bulması için o tunçtan kollardan
muhakkak geçecek birileri olması gerekir.
düzlem bu. biz ise;
koşup gelmişiz gerçeğin sınırına değin, ıssızca
tutkular dokularımızdan taşsın istemişiz, hangisi olursa olsun farketmez
hologramlardan kendimize ilkeler, öğretiler, dai’ler devşirmişiz.
tapınmışız her birine ya öyle ya böyle bir biçimde;
tanrılarını helva suretinde kutsayan
müşrikler kadar samimiyetle.
tüm temeller birer birer çökmüş ve her gün yeniden çökmekte iken
-biz, olayların ne başında ne sonunda değil
tam ortasında olması gerekenler-
zihin duvarları içinden şerhler düşmekteyiz,
mevhum dolaşımlardaki deneyimlerin tümüne.
imgelemlere verile verile içerile içerile
teslimiyet zafer sancağını çekmiş üstümüzde.
o habis bayrağın derisinden yayılan ise
o keskin,
o zifir,
o erişilmez,
o sülfürin kokusudur yoksunluğun.
