Geçtiğimiz Nisan ayında şair, edebiyat eleştirmeni Jean-Pierre Siméon tarafından yazılan Şiire Kısa Övgü Türkçe’ye çevrildi. Kitap, şiir okumaya yeni başlayan bir okuyucu için bir giriş kitabı niteliğinde olmasının yanı sıra bir şair için de iç hesaplaşma, bir çıkış kitabı olarak da okunabilir.

Her şair, her eleştirmen ve şiir tarihçisi için şiirin ne’liği ve nasıl’lığıile ilgili şair/eleştirmen/okuyucu sayısı kadar farklı fikir olacaktır kuşkusuz. Ancak ne olmadığı konusunda bir fikir birliğine varılabileceği kanaatindeyim. Ancak bu kitapta yazar, bir telaş içinde şiirin ne’liği nasıl’lığı hakkında kesin yargıları önümüze sürmek gibi çetin bir işe girişmiş görünüyor. Sayfa sayısı olarak ince bir kitap olsa da “Evet şiiri öveceğim” gibi bir giriş cümlesiyle başlayan, şiire dair iddialı ve sert bir kitap diyebiliriz bu kitap için. Bundan 20-30 yıl öncesine kadar şiiri övmenin gayet sıradan bir eylem olduğunu söyleyebilirdik. Bugün için ise gayet “niş” bir sanat dalının savunmasını yapmak veya ona yapılan modernist saldırılara ve iyice belirginleşen itibar suikastına karşı bir direniştir demek çok abartılı olmaz sanırım.

Daha ilk sayfadan itibaren kitap, bir şiir savunması olarak okunabilir. “Ne söyler yaygın görüş? Bilirsiniz. Öncelikle uyak ve ölçülü dizenin kılık kıyafetle insan olmak demek olduğunu, ama şiirin aynı zamanda çekici ve güzel bir şey olduğunu, iyi hissettirdiğini teselli ettiğini okşadığını, ferahlattığını, hayal ettirdiğini, sözcüklere şarkı söylettiğini, velhasıl katı gerçekliğinden kaçmamızı sağladığını, güzelleştirdiğini, içimizi rahatlattığını. Ama ayrıca ve aynı zamanda mağrur olduğunu, dili canının istediği gibi karmaşıklaştırdığını, belirsizlikten hoşlandığını, gizemini çözmek için onu anlayan birinin bilgisini ya da kendini şiire adamış birinin erdemini gerektiğini, kısaca sıradan bir insan için çoğu şiirin tam olarak anlaşılmaz olduğunu da söyler. Ancak, bu iddiaların her birinin karşısına onu yalanlayan bin tane şiir çıkarılabileceği de doğrudur.” (Şiire Kısa Övgü, syf:8-9) Kitap bu ve bunun gibi onlarca iddiayı dile getirip bu iddialara canhıraş bir şekilde cevap verme telaşındadır.

Her şair veya şiir eleştirmeni yaşı ilerledikçe ya da zaman olağanca hızla hayatı evrimleştirdikçe kaçınılmaz bir Ortadoksluğun pençesine düşmekten kendini alamıyor. Bu kitabın yazarı gibi aynı kaderi paylaşan Ben Lerner de Şiir Nefreti kitabında ironik bir öfkeyle şu cümlelerle bitiriyordu kitabını: “(…) Bu satırları hem şiiri savunmak hem de onu suçlamamızı savunmak için yazdım, çünkü imkânsız olduğu için önemini kaybetmeyecek bir uğraşın mantığı budur. Şiirden nefret edenlerden -ve ben, keza, onlardan biriyim- tek istediğim küçümsemelerini kusursuzlaştırmak için çabalamaları, hatta işi şiirle ilgilenme noktasına kadar getirmeyi düşünmeleri; o noktada nefret yok olmayacak, aksine derinleşecek ve yine o noktada, imkân ve mevcut yokluklar için (duyulmayan melodiler gibi) bir yer yaratarak, nefret aşka benzemeye başlayabilir.” (syf: 88) Hem yabancı şair ve eleştirmenlerde hem de Türk şiirinin sözü geçen şairleri ve eleştirmenleri tarafından bir şiir savunusuna ve bu savunmanın garip bir panikle yapılma haline şahit olmaktayız. Bu panik halinde, ait olduğu kuşağın şiirini sahih olan son şiir olduğunu iddia ettiklerini, kendinin ve kuşakdaşlarının şiire dair teorilerini (daha çok şiirin ne’liği ve nasıl’lığı hakkındaki görüşleri) mutlaklaştırdıklarını gözlemliyoruz. İsmet Özel örneğin; katıldığı bir programda genç şairleri okumaya tahammül edemediğini söylüyor. Aslında Özel kendinden sonra gelenleri bilinçli olarak tanımıyor / ignore ediyor bu yaklaşımıyla. Siméon da şiirin ne olduğunu açıklamaktan kitap boyunca kaçınsa da “Şiir şu ya da bu değil, hem şu hem de budur” (syf: 12) diyerek kendini bir tanımlama zorunluluğunun içinde buluyor. Şiirde anlam, etik, güzel, şiirin müdahaleci karakteristiği konusunda kimi zaman aforizma kıvamında yargıları önümüze boca ediyor.

Şiir, sözün varoluşundan bu yana var ve savunmaya ve yüceltilmeye ihtiyacı yoktur. Yüceltme ve övgüye karşıdır hatta. İçine doğduğumuz bu panik savunma ortamının her zaman karşısında olduğumu söylemek isterim. Bende var olan bu karşıtlık kitapta bir taş gibi netlik içeren şu cümleler karşısında itiraz etmeden durmamama neden oluyor: “Şiir ciddidir, rahatsız edicidir, gerçekle ilgili dar görüşleri yalanlamayı inatla sürdürür; ne hayaldir ne de kaçış ama hayata bütünüyle bağlanmaktır ve şirinliği muhtemelen acının ve ölümün aşikârlığından çekilip koparılmıştır.” (syf: 20) Bu cümlenin içindeki her yargının tam tersini iddia etmemizi sağlayacak, sağlam onlarca şiir serebilirim okuyucunun önüne. Şiir kimi zaman ciddidir kimi zaman ironik ve savruk. Kimi zaman dar görüşlerin de sözcüsüdür bazen hayaldir bazen kaçacak tek deliktir; kimi zaman intihar öncesi gözün gördüğü son şeydir, hayata bağlanmanın aksine. Özellikle şiirimizin sert ve biçemden çok anlama önem verildiği söylenen Toplumcu-Gerçekçi diye kendini tanımlayan şairlerin ısrarla vurguladığı, şiirin devrimci olduğu, iyiye ve güzele yönlendirdiğine her halükârda reddetmek mümkün olmasa da şiirin sadece buna indirgenmesi kabul edilemez olduğunu söyleyebiliriz. O dönem İlhan Berk, Behçet Necatigil gibi şairler bile solcu dergilerde sırf bunun için ültimatom görmüştür. İbrahim Tenekeci ise 2015’te yazdığı “Şiir Ne İşe Yarar?” başlıklı köşe yazısında bu yaklaşımı daha da uç noktalara götürür: “Şiir, bizi teennîye davet eder. Ağır ve tedbirli olmamızı tembihler. Şiir, dünyanın yıkıcılığı ve insanın yoruculuğuna karşı bizi korur. Sanılanın / bilinenin aksine, daha dayanıklı hale getirir. Sadece dikkat değil, rikkat sahibi de yapar. Kalbimizi onarır, çalıştırır. Terbiye eder. Olgunluk ve ongunluk kazandırır. Uyandırır ve tetikte olmamızı sağlar. İçimizdeki mülkiyet duygusunu kırar. Dünyaya düşkünlüğü az-çok önler.”  Oysa, şiir, pek tabii kötülüğe, yıkıma ve insanlığın yok oluşuna da hizmet edebilir; ki olmuştur da tarih boyunca. Kim iddia edebilir faşist olup aynı zamanda iyi şairlerin; insanlığın hem düşünsel hem de tarihsel olarak geleceğini yıkıma uğratan akımları takip eden şiirlerin var olmadığını. 

Yazarın bu övgü paniği bazen aynı paragrafta bile kendiyle çelişmesine neden oluyor. “(…) şiir ne ideoloji ne de teolojidir ne bir eylem planı önerir ne bir açıklama sistemi.” (syf: 45) Tam bunları okurken şairle/eleştirmenle hemfikir olacakken ardından şu cümleyle bir anlamda kendiyle çelişerek hemfikir olmama engel oluyor: “Şiir deyim yerindeyse, öncelikle içinde yer aldığı yaşama ve gerçekliğe karşı karşılıklı bir bilinci yansıtan entelektüel ve ahlaki bir tutum belirler. Yukarıda sözünü ettiğim empati ilkesini temel alır, bu ilke kendisine yabancı olan her şeyle, ötekinin canlı ve cansız her biçimiyle, her türlü tahakküm kurma, sömürme, tuzağa düşürme gibi her türlü iktidar mantığını daha baştan dışlar.” Şiir ahlâk gibi kendi içinde bile genel geçer olamayan bir kavramdan neden sorumlu olsun. Şiir bir duyum biçimidir; ahlakla, ahlaki bir tavırla uzaktan yakından bir bağlantı kurulamaz. Şiirin bir şeyi dışlama veya içselleştirme gibi bir görevi yoktur. Daha genel söylemek gerekirse şiirin kendini var etme çabası hariç bir görevi de yoktur, olamaz da!

Bir şairin, bir eleştirmenin şiirin ne’liği ve nasıl’lığı ile ilgili harcadığı mesaiyi, yazılan şiirlerin tekil olarak değerine ve bütüncül olarak geleceğine vermesi daha doğru olacaktır sanırım. Rita Felski’ninEdebiyat Ne İşe Yarar? kitabında yaptığı edebiyata dair tespiti sadece şiir özelinde almak çok da yanlış olmayacaktır. “Edebiyat incelemeleri 21. yüzyıldan sağ çıkacaksa, ayrıcalıklı bir statüsü olduğu yönündeki gitgide mesnetsizleşen hak iddialarına sadık kalmak yerine, diğer iletişim araçlarıyla daha yakın bağlar kurarak kendi tutku ve yöntemlerini yenilemek durumundadır.” (syf: 34)

Kitabın tüm başlıkları hatta aforizmik her cümlesi üstüne olumlu olumsuz bir şeyler yazılıp açılabilir aslında. Ancak ben kitapta şiirin omuzlarına yüklenmek istenen yüke odaklandım daha çok. Elbette şair ve de eleştirmen olan Siméon’un şiire dair övgülerine tamamen karşı gelmek mümkün değil. Eline kitabı alan bir şiirseverin adeta kutsal bir metne düzülen bu methiyelerden etkilenmesi normal. Asıl itirazım kitap boyunca övgü diye sunulan yargıların şiire dair genel geçer doğrular olduğunu beynimize kazıma çabasına. Kitabın eleştirilmesi gereken yönü, şairin kişisel tespitlerinden çok her şiirseverin kabul etmesi zorunlu bir savunma metni gibi yazılması nedeniyle olsa gerek ve “en iyi savunma saldırıdır” ilkesini andırırca ofansif bir netlikle şiirin ne olduğuna dair artık çözülmüş bir sırrın ifşası gibi üst perdeden konuşmasıdır. “Yine Ferlinghetti “Şiir bilinci dönüştürerek dünyayı hâlâ kurtarabilir” demiyor muydu? Fazla mı ütopik bu? Hayır, inanın benim de coşkuyla onayladığım, gerçekliği bir başka şekilde kullanmayı bir kararnameyle dayatarak bilinçleri dönüştürme rüyasından belki daha etkili, daha mütevazı ve kesinlikle çok daha yavaş.” (Syf:51) Ben bu sorunun cevabına ısrarla hayır diyorum. Şiirin mutlak bir kurtarıcı rolünü üstlenmesini dayatmak haksızlık olsa gerek. Evet bazen kurtarıcıdır, ama bazen değil. Ancak burada yazar, aynı bölümde yazdığı gibi kararnamelere karşı koyacak kadar kuvvetli bir mukavemete zorluyor şiiri. Kurtarıcılığa soyunmuş bir şiire kimsenin itirazı elbette olmaz. İtiraz, tüm şiirlerin “iyi”nin ve “güzel”in safında olduğuna ve kahramanca bir kurtarıcı olması gerektiği yanılgısını okuyucuya aşılamaya çalışmaya olmalı. Bununla da kalmıyor yazar, şiirin yaşamın anlamının taşıyıcılığını siyasal bir dönüşümün başat aktörlerinden olduğu belirtiliyor. Ve “ya şiir ya hiç” diyerek de şiiri tanrısal bir noktaya çıkarmaktan imtina etmiyor. Bu savını desteklemek için tutarsız analojilerden faydalanmayı da eksik etmiyor. Örneğin tiyatro ve şiir karşılaştırmasında kalacak yeri olmayan tiyatroya gider mi diye sorup karşısında açlık çeken sürgünlerin birbirine şiirler okumak için toplanmalarını göstererek sanatlar içinde kutsal bir yere koyuyor. Ancak tiyatronun maddi bir karşılığı olduğu gerçeğini görmezden gelerek yapıyor bunu.

Yazarın itiraz edemeyeceğimiz konuları da var elbette. Şiir ve dile dair söyledikleri kitabın yol gösterici ve en dikkat çekici kısımları. Şiirin dilin kalıplarına uymak zorunda olmadığına iki bölümde görece uzunca diyebileceğimiz ölçüde değiniliyor. “Hiçbir şey, ne siz, ne ben, hatta ne taş ya da sandalye gibi en basit bir nesne bile, kendisine verilen adın onun içine hapsettiği umutsuz anlam yoksulluğuna indirgenemez” (syf: 57). Şiirin sınır tanımazlığını, şairlerin dile uyarak değil kendine uydurarak belki de dilin kurtarıcısı olduğuna değiniyor, dile dair yazdığı bu iki bölümde. Kitap, dilin tek anlamlı hapsedici ve aslında gerçekliği ifade etmede başarısız olduğunu dile getirirken şiirle bunun arasındaki ilişkiyi şöyle dile getiriyor Simeon: “İyi de Vigny, Eluard, Guillevic ya da Roubaud’nun şiirinin bunlarla ne alakası var? (…) Her şiir içi boşaltılmış, tek anlamlı ve soğuk sözde-dilin karşısına dolu, çok-anlamlı ve sıcak bir dil çıkarır.” (syf: 55)

Edebiyat Ne İşe Yarar? kitabında Rita Felski edebiyatın etkisini dört kısma ayırıyor: “İlerleyen sayfalarda okumanın bir tanıma mantığı içerdiğini; estetik deneyimin sözüm ona büyüsü bozulmuş bir çağda büyüle(n)me ile benzerlikler sergilediğini; edebiyatın ayırıcı toplumsal bilgi biçimleri yarattığını; okuduğumuz metin tarafından şok edilme deneyimine itibar edebileceğimizi öne sürüyorum.” (syf: 25) Burada Felski’nin edebiyat için belirlediği bu dört elementi, şiir bağlamında yorumlayacak olursam şunu eklemem gerekir: Şiir, edebiyat ürününü oluşturan bu dört elementin (tanıma-büyü-bilgi-şok) -şiirin bir edebiyat dalı olmadığı tezinin taraftarı olmamdan dolayı olsa gerek- sadece şok etkisinin şiirde -kaçınılmaz olarak- var olduğunu düşünüyorum. Ne tümüyle bilgi, tanıma ve büyülenmeden ibarettir şiir, ne de tamamen bunlardan soyutlanmıştır. Ancak her halükârda, iyi şiir, içinde her an ortaya çıkıverecek, bir şok etkisi barındırır.

Bu kitabın yazarı ve çağdaşları tarafından sıkça başvurulan bir savunma biçimi de şiiri anlamsız, modası geçmiş ve tükenmiş bir sanat olarak tanımlayanları ikna etme ve hatta karşı saldırıya geçme çabasıdır. Şiirin varoluşunun anlamını bilen, iyi şiiri tanıma yetisine sahip bireyin/ şairin bu çabası beyhudedir. Bu yazıda çoksa belirttiğim üzere şiirin savunmaya ihtiyacı yoktur. Kitapta şiirin anlaşılmaz (!) olmasının sebebinin onu anlamadığımızdan dolayı değil anlama sürecinin hiç bitmemesinden kaynaklandığı belirtilir. Ama yazar hırsını alamaz ve şunu da eklemeyi ihmal etmez “(…) şiiri reddetmek, hatta utanmadan şiiri okumak istemediğini savunmak çoğunluğun dolaylı ya da örtük olarak içselleştirdiği gerçeklik hakkında kısmen felce uğramış bir tasavvurun belirtisidir.” (syf: 70)

Kitabı şairliğe giriş kitabı başlığı altında okumak yazılma amacına daha uygun olacaktır. Çünkü savların ve övgülerin çoğu şairler için geçerlidir; hatta bazısı şair için zorunluluktur. Kitap, “zaman, şiirin pusula olarak gerçekliğin anlamı kabul etme zamanıdır” diye iddia eder. Bu kabulün yalnızca şairlere özgü olması gerektiğine inanıyorum. Mutlak olarak şiirin pusula olduğu iddiası hemen ardından “nasıl” sorusunun gelmesine neden olacaktır. Ancak şairler şiirin bir yön bulma pusula olduğunu gayet iyi bilir. Ve bunun nasıl olduğunu açıklamak zorunda da değildir. Ya şiir ya da hiçbir şey der Simeonkitapta; bunu da reddetmek mümkün değil varlığını şiire borçlu olan şair için. Evet şiirle var olmak, onu okumak, yazmak zor iştir. Hem de bu devirde… Şiir yok mu oluyor bitiyor mu bunu zaman gösterecek; bu konuyu tartışmak ne şairin uhdesinde bir konudur ne de şiirin gündemidir. Bu olsa olsa insanlık tarihinin kendi sorunudur. Yok oluyorsa da bunun tarihin en talihsiz anlarından biri kabul edip yola devam etmelidir. Şairin endişesi sadece kendi şiiridir; onu yazacağı enstrümanları geliştirmektir, alet edevat toplamaktır, çağa ayak uydurmak onu en iyi şekilde temsil etmek olmalıdır. Geri kalan bizi hiç ilgilendirmez. Panik şairin defterinde yazmamalıdır!


Enes Malikoğlu, 1982 doğumlu mühendis ve şair. Birçok edebiyat ve şiir dergisi ile fanzinlerde yazıları ve şiirleri yayımlandı. Afro adlı matbu edebiyat dergisini çıkardı ve idare etti. Anladığım Kadarıyla adında bir şiir kitabı bulunmaktadır.

son yayımlananlar