- GİRİŞ
Yiğit Kerim Arslan’ın ikinci şiir kitabı Bana Hevesli nihayet çıktı. Şimdiki içeriğine kavuşması yıllar süren bir işçilikle oldu. Bana Hevesli’yi mazeret ederek, yıllardır ertelediğim bir şeyi yapmaya, Yiğit’in şiiri hakkında yazmaya ve bu şekilde ilgiyi hak eden yeni kitabına dikkat çekmeye karar verdim. Kolay değil, iki kitabın içerdiği şiirleri karşılaştırmalı okuyarak ortak eğilimleri, temleri, başkalaşımları ve değişen yönelimleri tespit etmek. Bütün bunları yaparken kitaplardaki şiirlerin hakkını vermek, söze nereden başlayıp hangi konu üzerinde daha fazla durmanız gerektiğini belirlemek vs. emek ve izan istiyor. Yine de dilim döndüğünce Yiğit’in şiirinden bahsedip iyi kötü bir çerçeve çizmeye, Yiğit’in şiirini tanımayanlara bu şiiri tanıtmaya, bunu yaparken adil olmaya, söylenmemişi söylemeye ve her şeyden önemlisi şairin kendisine gözünden kaçmış olabilecek şeyleri göstermeye çalıştım.
Öyleyse önce şairin ilk kitabı olan Kirpik Bilgisi’ne gidelim. Kitabın şairini, kendi zamanı ve gündemleri içinden ve baştan ele alalım.
- KİRPİK BİLGİSİ
Yiğit’in şiirlerinden söz etmeye, Kirpik Bilgisi’nin ilk şiiri “Kuyuda serenat”la başlayacağım. Bir şairin artık sayısı ikiyi bulmuş kitaplarını ve bu kitapların içerdiği şiirleri ele alırken, ilk kitabının en başında yer alan şiirinden bahsetmek bir kolaycılık addedilebilir. Bu yüzden, neden buradan başladığımı açıklamalıyım.
“Kuyuda serenat,” bir şiir kitabını, hele bir ilk kitabı okumaya girişirken karşılaşmayı beklemediğimiz bir yetkinlik ve taşkınlıkla açar sözü. Yetkinliği, şiirin şairin söyleyecek çok şeyi olduğunun habercisi olan dil ve biçimce cömertliğinde, genişliğinde, sözcük bolluğunda; müziğin kurgulanışındaki beklenmedik dönüşlerde; bazı özel ve güçlü dizelerin varlığında aranabilir (“düştüm: kanat çırpmaya küstürdü beni/ genç olup da aşka yetişememek”[1] veya “kaçmak, uzaklaşmak gerekiyordu belki de/ sabaha biraz daha geç kalabilirim, dedim”[2]). Ya taşkınlığı nerededir? Tutulan yası daha epigrafinda açık eden bir şiirin, sonunda, doğrudan deneyimin ifadesinden özellikle kaçınarak okuru şaşırtmasında mıdır? Sürekli olumlayan ve reddeden bir öznenin macerasını daha ilk şiirde bütünlüğüyle bize vermesinde midir? Lirik şiirin lirik hakikati tespit ederken kullandığı, o kanıksadığımız iç mantığının ilerleyişini yadsıyışında mıdır? Anlatıcı, yenileriyle çıkageldiği tasarıların iflasıyla karşılaştığı hâlde, kurucu bir olanağı bulduktan sonra aynı olanağın yetersizliğiyle karşı karşıya kalmasına rağmen, bu iflası yaşamakta direttiği için midir? Yoksa direncinin sonunda vardığımız yer, aslında bir sonuçsuzluk diye midir? (Belki de bu yüzden, kitapta sıkça karşılaştığımız ‘’beyhudelik’’ unsuru daha ilk şiirde göz kırpar bize.) En önemlisi bence şudur: “Kuyuda serenat”ta, Yiğit Kerim Arslan’ın şiirinin bütününe dair dile getirebileceğimiz birçok şey gizlidir.
Bahsettiğim şiire yakından bakalım biraz. Şiirin bir epigrafla başladığını söylemiştim: “büyümeyecektim; oyuncaklarım/ yalnız kalmayacaktı/ gözbebeklerimde bir bıçak gibi taşıdığım ova sabahları, göl kenarları/ yangın nedir gördü, ben kirpiklerimi astım”[3] (Kitabın adındaki manzuma ve genel olarak “Kirpik Bilgisi”ne daha baştan bir gönderme vardır burada.) Ardından, şiir bir terkin ifadesiyle açılır: “üstüne ilaçlar, sakinleştiriciler yığdığım pişmanlıkları aşıp/ kar kokusunun, turuncu gecelerin yakınlığına gittim” Kendine ilahi kaynak aramayan lirik şiirde insanı bir çeşit hakikate yaklaştıran tensel uyarıların önemli bir yeri vardır, lirik şiirin sıkı örneklerinin bir kısmında buna rastlarız. Ancak Yiğit bu unsuru şiirin merkezine oturtmayı yeğlemez. Terkin başlattığı arayış, hemen dünyaya çarpar: “her ne kadar, içindeki çocukların donmuş yanaklarına baktığım/ perdesiz evlerin kenarından geçerken vadilerce üşüsem de” der anlatıcı. Sonra Öteki’ye (Byung-Chul Han’ın Eros’un Izdırabı’nda bahsettiği Öteki’ye) uzanır gibidir: “bir günahı bölüştüğümüz an yıldızların ışımasına/ iklimlerin getireceklerine varacaktım, ilkyaza/ bir şeyler var burada dedim, yüreğimde biriken ışıkla eşdeğer./” Ardından aşkın imkanını yitirir anlatıcı: “bütün iklimleri, soğuk vadileri atlatıp onu görmeye yaklaştım/ kime dokunsa kendine kırılan ellerimle,/ ellerine uzanayım derken/ hepsi söndü birdenbire, göremedim gözlerimi./ odama döndüm/ genişledikçe dipsizleşen dehlizlerine sızdırdı ölüm beni/ burada susmak var, dedi, kelimelerim böyle çürüdü” Ötekiyle kurduğumuz, narsizmi dışlayan ve temelinde yadsınmanın bulunduğu aşkın imkânı nasıl veya neden yitirilmiştir, bu es geçilir. “Nasıl”ı veya ‘’neden’’i önemli değildir çünkü. Yitirmenin deneyimi mekânsallaşır sanki ve Kirpik Bilgisi’nin anlatıcısı bataklığı andıran bu mekâna kısmen batmış hâlde konuşur. Oranın içinden, barındırdığı duygusal deneyimlerle konuşur.
Anlatıcı, bir sonraki kısmın sonunda yeni bir girişimle, bir tasarıyla çıkagelir: “kötücül benliklerin sesiyle büyüyen bu kavimden/ kaçmak, uzaklaşmak gerekiyordu belki de/ sabaha biraz daha geç kalabilirim, dedim” Önce ilkyazla diyalog vardı, şimdi sabaha geç kalmak göze alınıyor. Sabah bir aydınlığın, yeni bir kuruluşun işareti olduğu kadar, Kuran’da ifadesini gördüğümüz gibi bir felaketi de gösterebilir (ki Yiğit evrensel kültüre içkin mitoloji ve kutsal kitap unsurlarından hep yararlanageldi). İkisi, yani hem aydınlık/kuruluş hem de felaket, aynı anda mümkün de olabilir. Bu dizelerin ardından hemen şunu duyarız: “vaktin ötesinde yalnızca rüyalarda belirgin olan/ çağ dışı yerin, derime sapladığı küllerle uyandım/” ve biraz aşağıda “…zamandan bağımsız akan/ pınarların beni durulayacağına inandım,” Yiğit’in şiirlerinde zamansızlık özlemi de kendine yer bulur, aşkınlığın arayışının istikametidir belki de. Yeni bir tasarıya rağmen anlatıcı yine yenilir: genç ölüler nehri boyunu aşar, her taraf içine çekilir ve Yusuf gibi kuyusunda kalır. Öteki’siz tasarının iflası mıdır bu? İnancının yönünü zamansız ufuklara, bir mutlağa çeviren öznenin hüsranı mı? Ya da, yenilgisinden çıkmayı (sabahı) ertelerken, uzaklaşmaktan bahsetmenin çelişkisi midir?
Şiirin son yedi dizesine gelelim. “Nereye sığınsam kaçamadığımı anladım/ bu eşsiz, tentürdiyodu olmayan çiziklerden,/ onları bana katmaya ve alışmaya çalıştım./ çekingen ıssızlıklarla sığlaştı kapandığım kabuk,/ bulutların uzaklaşma hüznü vardı ipten önceki nefesimde/ sonu geldi, hiçbir yerde değilim artık, vagonlardan taştım/ yol da yok ray da. o eski trenin yorgunluğuyla kaldım.” Sonucu, var olduğu ana en yakın durumu anlatırken bile bir benzetmeye, “yol da yok ray da” diyerek cansız bir nesneye başvurarak mevcut duygu durumunu açık etmekten sanki bilerek sakınır anlatıcı. Neden?
Ulus Baker bir zamanlar şöyle demişti ‘’Spinoza’ya göre bütün duygular üç temel duyguya indirgenebilirler ve onların kombinasyonlarından ibarettirler… Varolma ve eyleme gücüm (arzu), bu gücün artışı (sevinç) ve azalışı (keder). Bu son derecede bedensel bir durumdur çünkü Spinoza duygulanışların hem bedeni hem de ruhu ifade ettiklerine inanıyordu.’’[4] Bazı sözcükler veya ustaca kurulmuş yalın anlatımlar bedeni ifade eden duygulanışlara kendiliğini doğrudan teslim ederler, duygularımızın zaten yanıbaşındalarmış hissini verirler. Oysa Yiğit, sözü raya ve trene getirdiğinde doğrudanlığı bilerek kırar. Yakınlığın, zekice kurulmuş bir şiirsel ifadenin özneye yaşatacağı ‘’tanınmışlık’’ duygusunu reddeder. Bu, kitap boyunca işaretlerini gördüğümüz, kitabın en sonunda da anlatıcı tarafından açıkça itiraf edilen bir durumun, ‘’yabancılaşma’’nın baştan bildirilmesidir. Kirpik Bilgisi’ndeki öznenin varolma ve eyleme gücü epey azalmıştır,keder iktidarını kurmuş gibidir. Arzularında bile bir kriz yaşamaktadır sanki anlatıcı.
Özne şiirin sonunda tutumunu değiştirir. Bulamadığı ama başta umduğu bir deneyim, yaşamanın, hayata tutunmanın özel bir biçimi vardır ve ondan vazgeçer. O eski trenin yorgunluğuyla kalır. Bu son, aslında Yiğit’in şiirlerinde varlığına tanıklık ettiğimiz öznenin mevcut anından bir önceki andır. Betimlenen bu an ve başka bir an arasında gelip gider Kirpik Bilgisi’ndeki şiirler. Peki nedir o bir sonraki an?
O eski trenin yorgunluğuyla kalmak, var oluşumuzun sınırlılığı, olanaklarımızın şimdilik tıkanıp kaldığı yere tekabül eder. Bu sınırlılığı ifade eden gerçek, yasın konusudur. Oysa Yiğit Kerim Arslan’ın şiirlerinde anlatıcının bir ayağı, bu tıkanıp kalmışlığın, yasın yaşandığı yerin ötesinde durur. Burayı aşmayı arzular, arzusu yorgun ve sönük olsa da. Yani bir trenin yorgunluğuyla kalıp kendini yok oluşa teslim etmek değildir bu anlatıcının kaderi. O sürekli girişir, sürekli düşünür, sürekli arzular. Bu arzunun ve bu arzuya bağlı aşma girişiminin kitaptaki en istikrarlı delili, yabancılaşmanın şiirlerde sürekli ifade ediliyor oluşudur. Yani, şiirlerindeki kesif karanlık fark etmemizi epey zorlaştırsa da, Arslan’ın şiirindeki özne olduğu yerde durmaz. Bir tarafıyla hep yönelmekte, ummakta, bir eylemi hazırlamayı düşünmektedir. Mevcut an, bu aktif öznenin anıdır. Özne; bir yenilgiden, yinelenmiş tasarıların iflasından geliyor olabilir. Fakat bu iflasların sürekli dilde yer bulması, onların ötesinde bir şey arandığı içindir. Yabancılaşmaya direnmeyi, onu sürekli anlatarak gerçekleştirir anlatıcı. Bu direnç kitabın büyük bir kısmında söz konusudur. Kesif bir karanlık, kurucu olanakların farkındalığıyla bir arada, iç içedir.[5]
Kitabın geneline dönecek olursak, ‘’Kuyuda Serenat’’ta gördüğümüz temlerin sürdürüldüğünü söyleyebiliriz. Anlatıcının yaşadığı bir bulantı, keder vardır ve bitmez. ‘’içeri giremediğim bir yer… an.’’[6] der, ‘’anladım ne yapsam kendini sunacak durmadan yenilenen sızı’’ der[7] ama ‘’(…) istekliyim, istekliyiz/ belki’nin sanrılarına yeniden kapılmaya’’ demekten de alamaz kendini. ‘’Kısıtlanmış masal’’a gelince bu ikili durum daha da netleşir: ‘’bense bir ağıtı kollarından tutup gitmekteyim/ çelişkisine yeryüzünün, kayıp serçelerin bulutlarına/nefesimde çatlağıyla sonuçsuzluğun//bir mayıs günü, sayfalardaki rıhtımıma dönerken/kahverenginden başka bir şey söylemeyen şiirlerde/sislenen yaşam; kâinatın eksiklikleriyle, uzak ihtimallerle,/birleştiriyor ezgisini.’’[8] ‘’Kâinatın eksiklikleriye’’ derken, kederinin sebepsiz olmadığını da bildirir bize, ki ileride ‘’Susun sorusu’’ biraz da bunu söyleyecektir: ‘’gerçekler acı… yok. gerçekler arayıştır/ arayış nedir?’’[9] Kederin konusu, gerçeklerin verileri olabilir.
Arayış ve yabancılaşma, kitabın sonuna kadar yer değiştirerek veya el ele yürürler. Fakat bu temlerin ilerleyişinin zaman zaman gücünü kıran, anlatımı zayıflatan unsurlar da var ki dile getirilmeli. Önce şunları ifade edelim: Kirpik Bilgisi, var olmanın biçimlerini deneyen bir anlatıcının hikâyesi. Bu denemenin çeşitli anları betimlenir şiirlerin genelinde. Bu anlar, bazen lirik şiirin zamansız, hatta anonim diliyle verilir. Bazense kitabın şairinin bireysel deneyimlerine ait özel görüntülere, bunların bilgisine dayanır. ‘’Ders İngilizce, sancı anadil’’ şiiri bu ikincisine örnektir.
Kirpik Bilgisi’nin dile getirilmesi gereken bir önemli yönü de, kusurlarıyla ilgilidir. Bir şiirin kurulma sürecine ait farklı yönelimlere tanıklık ederiz bu kitapta. Şiirleri okurken, pek sık olmasa da, onları etkileyen bazı esin kaynaklarını duyar gibi oluruz. Şairin denediği, birbirinden farklı üsluplar görülür gibidir. Ayrıca bir çeşit obskürantist eğilim, lirik hâkikatin başarıyla sunulduğu dizelerle bir aradadır; onları, sürdürülebilecekleri yerde örter. Bazen de, duyulara karşı çıkan, onları kışkırtamayan, barındırdığı lirik açıklığı anlaşılmazlığa terk eden bir anlatıcısı vardır kitabın. “Gösterge”, “Darmadağın”, “Tozun Söylemi” şiirleri bu sonuncu tespitime delil olabilir. Örneğin, ‘’Darmadağın’’ şiirine ‘’suyun acıdığı o yarımay gününde/ yastığımın altında sakladım,/ rüyasız kalmayı’’ gibi güçlü bir giriş yapan şair, ardından şu dizeleri verebilir bize: ‘’karanfilin düşlerinde vazgeçiş yankısı/ kaybolan gökyüzü rengiyle dolan istek,/ saatlerin ezberinde kötücül söylemler/ saf mevsimlerin arkasına saklanıp/ yıldızıma batıyor akrep ve yelkovanın, yaklaşılmaz sızısı.’’[10] Benzer bir örneği ‘’Tozun söylemi’’nden de verelim: ‘’bekleyiş kesiğinden geçerek/ hisse yerleşmiş birikinti: darmadağın/ büyük bir bağlılıkla ellerime/ kenetliyorum ay nefesi adını/ hatırlanıyor isli anlatımı beynimin’’[11]
Sözü Bana Hevesli’ye getirelim şimdi.
- BANA HEVESLİ
Üzeyir Karahasanoğlu, Yiğit’le yakın zamanda yaptığı bir söyleşide ona şu soruyu soruyor: ‘’2019’da yayımlanan, Seyhan Erözçelik İlk Kitap Şiir Ödülü’ne değer görülen Kirpik Bilgisi’nin ardından dört yıl sonra Bana Hevesli ile şiir okurunun karşısındasın. Daha sakin, daha durulmuş, daha olgun bir şairin sesini duyduğumu düşünüyorum. Değişti mi şiirin?’’
Karahasanoğlu tespitinde haklıdır. Bana Hevesli’de bariz bir olgunlaşma vardır. En başta, kitapta duru, özgün bir lirizm buluruz. Bu lirizmin ipuçları Kirpik Bilgisi’nde mevcuttu. Ancak lirik kaynak kararlı akmaktadır şimdi. Kirpik Bilgisi’ndeki gibi süreksiz değildir. Bunu, yalnızca bir kendiliğinden olgunlaşmaya değil, bilinçli bir tercihe de bağlıyorum. Yiğit’in zamanla lirik şiiri daha çok araştırdığını, lirik şiirin bazı özel yorumlarına daha fazla yaklaştığını, bu bağlamda benimsediği bir poetik anlayışı özellikle kolladığını düşünüyorum. Yani kendiliğinden rayına oturan bir şeyden ziyade, Yiğit’in zamanla ne yapmak istediği konusunda daha kararlı bir tavır göstermesiyle de doğrudan ilişkisi var Karahasanoğlu’nun tespit ettiği gelişmenin. Üstelik şair bu kararlılığı, başarıyla tamamladığı zor bir deneyle birleştiriyor: kitaptaki şiirlerin hemen hemen hepsi biçimce birbirine benzemektedir. Şiirlerin çoğu altı ilâ sekiz dizelik üç parçanın ardından anlatıyı sonlandıran bir veya iki ilave dizeyle kurulur. Teknikteki istikrar, şairin anlatmak istediği lirik özü daha iyi tanımasından sonra mümkün olmuş olacak. Çünkü içeriğin ele alınışı da değişmiş, dönüşmüştür: Kirpik Bilgisi’ndeki obskürantizm yeğlenmez artık. Lirik duygular, onları mümkün kılan dünyevi gündemlerle yan yana, açıklıklarıyla şiire taşınırlar (mesela insanî aşk daha sık konu olur; İstanbul gelir). Ancak bu, okura yanlış bir izlenim vermemelidir: Bana Hevesli’deki şiirlerin gündemi yavan veya bayağı değildir. Kirpik Bilgisi’nden beri gördüğümüz modern özneye dair temlerin bazıları Bana Hevesli’de de sürdürülür, bazıları ilerletilir, bu sırada anlatıcı yeni gündemler, sorular da edinir. Zamansız bir lirik gücün gür sesiyle seslendiği görülür şairin (‘’Gitmek için,’’ ‘’Eşya sarısı’’ ve ‘’Sıradan yıldız’’a bakınız).
Kirpik Bilgisi’yle Bana Hevesli’nin bazı temlerde ortaklaştığına değindim. Bununla başlayalım. Öteki’ye yöneliş, narsist varlığı aşma arayışı yine mevcuttur Yiğit’in şiirlerinde. Bu, zaten, Kirpik Bilgisi’nde var olma emarelerini gördüğümüz duyarlı öznenin kendi olmayı sürdürdükçe beraberinde taşıyacağı bir şeydir. Başkalarıyla temas ettiğimiz yerde kurulur özne, o teması kuramayışımızın yası bile bizim başkalarına karşı duyduğumuz arzuyu vurgular. Öteki’ye yönelişi ‘’Adımlarımda nergis’’ten itibaren görürüz ki kitabın ilk şiiridir. Aynı unsur, siyasal bir uç da verir kitabın ilerleyen safhalarında.[12]
Kirpik Bilgisi’nde zamanın ve çağın dışında olmak nasıl arzulara konu oluyorsa, Bana Hevesli’de de arzunun dinamiklerinin yer bulduğunu söyleyebiliriz. Oysa Bana Hevesli’de bu damar büyümüş gibidir ve felsefe, psikanalitik okurunun kolaylıkla fark edebileceği bir evrensel ifadeyle karşılığını bulur. ‘’Sıradan yıldız’’ şiirinde şöyle der anlatıcı: ‘’neyi arıyorsam beni aramıyor hayatta.’’[13] ‘’Gitmek için’’de ise, ‘’ben orada değilim… hiç olmadım/ bir gözüm gitmenin hazzında hep’’[14] derken görürüz onu. ‘’Hilâl gecesi’’nde ‘’bulunmadığım yerlerin sevinciyim ya’’[15] derken de… Gidilmeyen neyi ifade eder, gidilmeyen yerde ne vardır, ‘’gitmenin hazzı’’nı uyaran şeyin içeriği nedir? Bunları bilmek imkansızdır, çünkü bu soruların cevaplarının bilinmezliğidir özneyi ayartan. Bilinmez olan, vaadin gücünü kuşanır (bu durum biraz, muğlak olan bir görüntünün her şeye benzetilebilmesini andırır). Ancak ayartanın çağırdığı felaketin de kaydı düşülür — ‘’Büyüsü gizli’’den: ‘’arzulamak bir tabut… bize istekli’’[16]
Başka bir var oluşun imkânları söz konusu olduğunda ise, çağ suçlanır Bana Hevesli’de: ‘’aşkların artık içilmeyen bir zehir/ olduğunu öğreniyorum sahnede/ askerlerin savaşımızda değil de/ buruk barışlarda öldüğünü bir bir’’ Burada tekrar Öteki’yle bir ilişki kurma meselesini hatırlarız. Ötekisizlik lehine yapılan bir tercihi mi ilençlemektedir anlatıcı? Çağ demişken, Kirpik Bilgisi’nde nadir de olsa, örneğin ‘’Ders İngilizce, sancı anadil’’ şiirinde gördüğümüz, çağın verilerinden ironi veya başka bir amaç için faydalanma meselesi Bana Hevesli’de de söz konusudur: ‘’ve istenmeyen tüyleri gibiyim hayatın/dünya toparlanışını tamamlasın da// toprağa hazırlanışıma yazık olmasın.’’[17] Eleştirisini yaşantılarımızı veya onlardan süzdüğü verileri kullanarak dile getirmenin yanında, günümüzde yazılan şiirlere eleştirisini de dile getirmekten, gördüğü vasatı şiirin içinden ifşa etmekten de kaçınmaz şair: ‘’kuyuların anılmaktan bıktığı bu çağda.’’[18]
Yeni kitaptaki ‘’Düşüş yokuşu’’ ise, bize Bana Hevesli’nin hem Kirpik Bilgisi’ni sürdürdüğünü hem de ondan ayrıldığını haber verir gibidir. Arzunun dinamikleri ve gerçekleşmesinin imkansızlığı bu şiirde işlenir: ‘’(…) seni bulmaksa/ suyun renk vermesidir, denedim’’[19] Aynı zamanda, bu şiirle beraber mevcut arayışında yeni bir sorunun durağına uğrar anlatıcı, ki bu soruyu ilk kitapta görmeyiz: ‘’ne bir keşişin söyledikleri kalıyor/ ne de su perileri, olmayı görüntü/ sananların çalımlı hüznü sadece’’ ve ‘’siz o Rüyâ mısınız’ diyeceğim/ gördüğüm her rüyânın sonunda’’ Görünene karşı aslolan, özlenene karşı mevcut anda yaşanan yoksunluk, bitene karşı sürmekte olan… Arzu… Şiiri başlatan ve bitiren dizelerde ‘’siz o Rüyâ mısınız’’ ifadesinin tekrarı, Mayakovski’nin erken dönem şiirlerinden birini akla getirir.
City Lights yayınevi, 1991’de, Mayakovski’nin 1913-1918 yılları arasında yazdığı bazı şiirleri Maria Enzensberger’in çevirdiği hâlleriyle İngilizce’de yayınlamıştı.[20] Ben, Mayakovski’nin bahsettiğim şiirinin ilgili kısımlarını bu çeviriyi esas alarak Türkçe’ye aktaracak ve öyle vereceğim. Kitapta, ‘’Vladimir Mayakovski’den, Bir Trajedi (From Vladimir Mayakovski. A Tragedy)’’ başlığı altında verilmiş şiirler var. Anlatıcı, bir yerde şöyle diyor: ‘’Bir dominoyla/ ve bir karanlık maskesiyle/ arıyorum onu – / kimsenin/ şimdiye dek görmediği o ruhu/ onun iyileştiren çiçeklerini/ ağzımın yanan ülserine koymayı özleyerek.’’ Sonra duruyor anlatıcı ve şunları söylüyor: ‘’İşte yine,/ kan ve tere batmış hâlde/ bir köle gibi/ delice sallıyorum bedenimi./ Şans eseri,/ bir defa buldum onu – o ruhu./ Çiçekli bir sabahlıkla belirdi/ ve dedi ki:/ ‘Otur lütfen. Seni bekliyordum epeydir./ Bir bardak çay vereyim sana?’’ Sonra, yaptıklarından (örneğin cüzzam yaralarını öptüğünden, denizlerin gözyaşlarını gömdüğünden) bahseder ve şiirini şöyle bitirir: ‘’Bayanlar ve baylar,/ duymadınız mı/ bir yerde-/ Brezilya’da sanırım-/ tek bir mutlu yaratık var.’’ Mayakovski’nin aradığı o ruh da bir rüyadır belki, gerçeklikle bağı olan bir rüya ama. Yaşadıkları dünyalar ve şiirleri birbirinden farklı olsa bile, Yiğit de Mayakovski’nin bu şiirinde yaptığı gibi dünyaya baktığında karanlığı gören bir öznenin arayışını işler. Bana Hevesli’nin anlatıcısı, belki de zamansız ve çağın dışında olanı bulmayı denemekten usanmış, gerçekle düşü bir araya getirmenin yollarını arıyordur. Bu arayış mucize ummaya bile yönelebilir, ‘’Sıradan yıldız’’ şiirinde mesela: ‘’Kim bilir belki yıldızlar güneş olurdu/ o ay gibi ikiye ayrılabilseydi zaman.’’[21]
Gelelim Bana Hevesli’nin benim için en önemli iki yerine: ‘’Eşya sarısı’’ şiirine ve ‘’Melis mersiyesi’’ şiirinin ikinci bölümüne. “Eşya sarısı,” anlatıcının yeni bir deneyimi önermesinden dolayı kitapta önemli bir yer tutar; ‘’Melis mersiyesi’’nin bahsettiğim bölümüyse Yiğit’in Kirpik Bilgisi’nden beri sürdürdüğü şiirin konularının özeti gibidir.
Bana Hevesli’nin ‘’Eşya sarısı’’ şiirindeki anlatıcı, Kirpik Bilgisi’nde gördüğümüz karamsar, yabancılaşmış anlatıcının yaşama yakıştırdığı ‘’beyhude’’liği ters yüz etmeye yeltenir – aynı yaşamı içinden ve yeniden tanımlar. Dünyayı deneyimleme biçimine yeni bir öneri getirir ve belki de bu yönüyle ‘’Kuyuda serenat’’ın ötesine geçer. Yitimin kederinin kendi üzerinde tahakküm kurmasına izin vermez; onu, kabul ederek sönümler. Bu perspektiften girilen sorgulama yer yer neredeyse öz yıkıma varan bir enerjiye göz kırpar veya metafiziğe yaklaşır. Ancak yaşamı, ondan başkasını aramadan, değerlendirmeyi dener:
“ (…)
karanfiller atalım başka çare yok
bir elin bir elden öylece kopuşuna
bedeni ruha katan pınar kuruduysa
zaman küstah ilerliyorsa bu denli
bir intihar semahı yapalım akrebi
dönüp dönüp düşelim deryadan
gittikçe görünmeyen gemiler gibi
bu kez bile isteye vuralım karaya
hem bellekten düşmenin ve aşkta
görünmemenin bedeli ne olabilir
bu şehvetle nasıl dolabilir içimize
yağacak yeri olmayan yağmur
biz o büyülü merak içinde mahsur
kalıp yazık mı oluruz kendimize
kâh kar kâh karanlık çitinden sur
geceye çizdiğimiz sınır… niye
unutmaya artık bir çözüm bulalım
özü sallantı olan şu dünya yerine
bakışlarımız dönebilir gülüşlere
balıklar ki hatırlamaya yüzebilir
ama kapılıp sürükleniriz nedense
saat de geç oldu diyen bir misafir
gibi kalbimizden uzaklaşanlara
ve o varlık hiç durmadan eskir’’[22]
ve şiirin son iki dizesi insan yaşamı dediğimiz şeyi sessizce onurlandırır:
“yastık kokuyu siler eskirse, oysa
sararan eşyanın tılsımıdır hafıza’’
Tuhaftır aslında bu şiirin kitabın başlarında yer bulması. Belki de, tersine kitabın en sonunda yer alan ‘’Melis mersiyesi’’nin özetlediği tutumla arasında bir gerilim vardır ve bu gerilim bize Yiğit’in henüz okumadığımız üçüncü kitabına dair bir şeyler anlatıyordur. Kötücül olana yenilmiş midir anlatıcı, yoksa bu yenilgiyi de ters yüz edecek ve kendini tekrar dünyaya fırlatacak mıdır?
Şöyle diyor ‘’Melis mersiyesi’’nin ikinci bölümünde:
“yazgın renkli kalemlerle yazılırdı
seni bir gökkuşağı günü doğursaydım
ama ailen değilim her taraf karanlık kar
eskiden ikimize arzulu ölüm vardı
artık ona karşı yalnızım: ne yer ne yâr
bu kötücül seyre kara bir perde gerekli
Yiğit kalmayan dünyada kalmak lekeli
şimdi sadece bana hevesli bir mezar
şimdi sadece bana hevesli.’’[23]
- SONUÇ
Yiğit Kerim Arslan, hep kendi şiirini aşarak ilerledi. Bunun gelecekte de böyle olacağını umuyorum. O kendi yerini seçmiş bir şair artık, bir yönüyle durduğu yerde ve derine doğru yapıyor kazısını. Modern öznenin krizini lirik şiirle buluşturmayı deniyor. Fakat iyi şiiri, hangi poetik perspektife yakın olursa olsun, araştırmaktan da geri kalmıyor. Yazdıklarıyla, benim gibi başkalarına da okuma ve tartışma alanları açmaya devam edecek. ‘’Bana Hevesli’’nin yolu açık olsun.
[1] Kirpik Bilgisi, s. 14.
[2] a.g.e
[3] Kirpik Bilgisi, s. 13
[4] https://kozsanat.com/SanataDairDetay/12/spinoza-ve-askin-diyalektigi
[5] Kirpik Bilgisi’ndeki karanlığı başkaları da tespit etti. Mesela, Üzeyir Karahasanoğlu, Bana Hevesli’nin basılması dolayısıyla Yiğit’le yaptığı söyleşide, ‘’(…) Gelgelelim bu şair, iki kitabında da ölüm temasını sıklıkla işlerken mütemadiyen karanlık bir iklimden sesleniyor. Neden böyle? Neden bunca mutsuzluk, eksiklik hâli?’’ sorusunu yöneltir. Sezdiği karanlık, yaşıyorken ölmenin (üretici, var edici enerjisini gerçekleştirmenin olanaklarından mahrum bırakılmış, arzusu gerçekleşememiş, Öteki’yle arasındaki mesafede boğulmuş öznenin) karanlığıdır biraz da. Oysa bu karanlıkla iç içe var olan kurucu anlamıyla pozitif unsuru kayda geçen oldu mu, bilmiyorum.
[6] Kirpik Bilgisi, s. 16.
[7] Kirpik Bilgisi, s. 17
[8] Kirpik Bilgisi, s. 21
[9] a. g. e., s. 27
[10] a. g. e, s. 31
[11] Fakat kusurlarına rağmen Kirpik Bilgisi, Arslan’ın çağdaşı birtakım şairlerin kitaplarıyla kıyaslandığında en az bir yönden onlara üstündür: Kirpik Bilgisi’ndeki şiirler jestten ibaret değillerdir. Son zamanlarda bazıları şiirini salt jestler üzerine kuruyor. Şiirlerini hangi poetik iddia üzre var ettikleri önemsiz bu kimselerin. Kirpik Bilgisi, gündeminde olan konular ve şairinin bu konuları ele alırken gösterdiği hünerle, yalnızca jestten ibaret şiirlerin ötesine geçen bir ufkun habercisidir.
[12] Bkz. Bana Hevesli, s. 49.
[13] a. g. e., s. 15.
[14] a. g. e., s 25.
[15] a. g. e., s. 35.
[16] a. g. e., s. 27.
[17] Bana Hevesli, s. 40.
[18] a. g. e., s. 43. Eleştirisini şiirin içinden yapar, çünkü ‘’kuyu’’ aynı zamanda Yusuf peygambere gönderme işlevi taşır, bu göndermeyi aynı sayfada bir başkası pekiştirir: ‘’kalsın ipince bir gömlek giydiğin/ yüzülen deri gibi arkadan yırtılır.’’
[19] a. g. e, s., 18.
[20] Mayakovsky, V. (2001) Listen! early poems. Çev. M. Enzensberger. City Lights Books.
[21] Bana Hevesli, s. 16
[22] Bana Hevesli, s. 23-24.
[23] Bana Hevesli, s. 55
